Yetkin Gençler Eğitim Kooperatifi (YetGen) Kurucusu Prof. Dr. Erhan Erkut, EGİAD sürekli yayını YARIN Dergisi’nin konuğu oldu. Prof. Dr. Erkut ile Türkiye’de uygulanan eğitim modelini bütün yönleriyle ele aldık.
Eğitimde ‘kopyala-yapıştır’ modelinden vazgeçilmesi gerektiğine dikkat çeken Prof. Dr. Erkut, ‘Daha fazla otonomi, daha fazla özgürlük ve daha az merkeziyetçi yapı’ modeli ile yol alınmasını öneriyor. İzmir’deki İzQ oluşumunun önemine de vurgu yapan Prof. Dr. Erkut, “İzQ sayesinde İzmir’e güvenim ve inancım arttı” diyor.
İzmir’e eğitim özelinde baktığınızda nasıl bir tablo ile karşılaştınız?
İzmir’de yüzü ileriye dönük, girişimci üniversite sayısının arttığını görüyorum. İzmir’de kamu ve vakıf dahilinde aslında üniversite sayısı yeterli seviyede… İzQ yapılanmasının ortaya çıkması, İzmir’deki en büyük değişim ve gelişimdir. Üniversite kurmayı herkes düşünüyor da böyle bir girişimcilik ve inovasyon merkezi hayata geçirmek Türkiye’de pek kimsenin aklına gelmiyor.
İzmir’in bütün önemli ve büyük kurumlarının bir araya gelerek böyle bir oluşumu başlatmış olması; çok heyecan verici ve umut verici… İzmirliler hep “Biz girişimci olmak istiyoruz ama ne yapacağımızı bilmiyoruz, nereye gideceğimizi bilmiyoruz. İzmir’de ekosistem zayıf, melek yatırımcı yok, ortak bulmakta zorlanıyoruz” diyorlardı. Şimdi ortaya bir ekosistem oluşturma merkezi çıkmış.
İzQ bünyesinde “demo day”ler yapılacak. Girişimciler yatırımla buluşabilirler, yeni girişimlerle de tanışabilirler. Burası çok büyük fedakarlıkla yapılmış bir yer. Bu kadar kurumun bir araya gelmesi de Türkiye’de pek görülmüş bir şey değil. O açıdan çok takdir ettim. Yönetimi de gayet profesyonel. İzQ sayesinde İzmir’e güvenim ve inancım arttı.
“Sistem Çaresiz, Eğitim Sizde” kitabınızda Türkiye’deki eğitim sistemindeki merkeziyetçi yapıya dikkat çekiyorsunuz. Bu modellemenin sisteme etkilerini anlatır mısınız? Bu konuda nasıl bir yol haritası öneriyorsunuz?
YÖK’ün herkese dar gömlek giydirme çabasından vazgeçmesi gerekiyor. Üniversitelere otonomi verilmeli. Şu anda vakıf üniversitelerinde ancak kısmi otonomi var.
Devlet üniversitelerinde hangi programların açılacağı, kontenjanların ne olacağı, kaç kadro verileceği, bütçenin ne olacağının tamamı merkez tarafından belirleniyor. Ortaya da çok ilginç bir yapı çıkıyor.
Bugün 190 üniversitenin bünyesinde İktisadi İdari ve Bilimler Fakültesi var. Anadolu’nun ücra kentlerinde bile Uluslararası İlişkiler öğretiliyor, ki bu kopyacılıktır. Eğitimde ‘kopyala-yapıştır’ modelinden vazgeçilmesi gerekiyor.
Örneğin Kars’taki bir üniversitede, yerel tarım ürünleri ve turizm gibi kendi yöresine hizmet etme ihtimali daha yüksek alanların eğitiminin verilmesi gerekiyor. Bunun için de üniversitelerin kendi programlarına karar vermesine ve stratejik planlarını hazırlamasına izin verilmeli. Ankara’dan her şeyi yönetmeye kalktığınız zaman sonuç bu oluyor. Türkiye aslında çok çeşitlilik barındıran bir ülke. 209 üniversiteye dar gömlek giydirerek olmuyor. Vakıf üniversitelerinde de ancak kısmi otonomi var. Orada bile rektör ve dekan atamaları YÖK tarafından yapılıyor. Bir tek bütçe konusunda otonomileri var, ama hangi programları açacaklarına da kontenjanlara da yine YÖK karar veriyor. Vakıf üniversitesinin kurucusu üniversiteyi finanse ediyor ama içeride ne öğretileceğine karar veremiyor. Üniversiteyi kimin yöneteceğine de karar veremiyor. Garip bir model. Bu model Türkiye’den başka nerelerde var bilmiyorum, ama Amerika’da olan özel üniversite veya vakıf üniversitesi modeli bu değil. Orada üniversiteler, çok daha otonom, çok daha özgür!
Özgürlük tamam, ama olayın ekonomik boyutu da var. Türkiye’nin bütçesinde de sağlıktan sonra en fazla kaynak eğitime ayrılıyor. Bu konuda niye istediğimiz ölçüde yol alamıyoruz?
Doğru. Bütün dünyadaki ülkelerde sağlık, eğitim ve savunma ilk üç sırada. Buna karşılık elde ettiğimiz katma değere baktığımızda ise, kitaplar yazma noktasına gelen bir zıtlık ile karşı karşıyayız.
Türkiye’de modelleme anlamında yeni bir modellemeye mi ihtiyaç var?
“Daha fazla otonomi, daha fazla özgürlük ve daha az merkeziyetçi yapı” diye başlayabiliriz. Bir de aslında her şeyin başında liyakat geliyor. Liyakatin olmadığı bir ortamda yöneticiyi ‘senden benden’ diye atarsanız, o da kendi yöneticilerini ‘senden benden’ diye atıyor. Üniversiteler aile şirketine dönüyor. Bu durum kimin iktidar olduğuna bağlı olarak da değişiyor, ki değişmemeli. Halbuki işi, layık olan insan yapmalı. Bakıyorsunuz bugün Türkiye’deki üniversitelerin yaklaşık 70’inin başında, bir tane bile uluslararası endeksli yayını olmayan rektörler var.
Bu nasıl olabiliyor?
Bu insanın doktor öğretim görevlisi bile olamaması lazım ama bir şekilde olmuş, rektörlüğe kadar da çıkmış. Araştırma kültürü olmayan bir insanın, temeli araştırma kurumu olan üniversiteyi yönetmesini beklememek gerekiyor. Ancak böyle kişiler üniversite yöneticisi olabiliyor.
Liyakat, otonomi ve özgürlük… Ancak eğitimin finansmanı da göz ardı edilmemeli. Bu konuda yeterli bütçeyi ayırıyor muyuz?
“Eğitime çok para harcıyoruz” gibi görünüyor ama aslında harcamıyoruz. Türkiye, Gayri Safi Milli Hasılanın 3,5’unu eğitime harcıyor. Gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde 4 ile 6 arasında. Daha gidecek yolumuz var.
Baktığınızda son 20 yılda bu oran aşağı düştü. İktidarların kendi hedefleri doğrultusunda bütçeyi yönlendirmesinin bir sonucu. Türkiye’de ilk problem; eğitime yeterli kaynak ayrılmaması. Bunun yanında öğretmen yetiştirmede de çok büyük sorunlar var. Teknoloji okur-yazarı olmayan ve İngilizce bilmeyen öğretmenlerimiz var. Bu öğretmenlerle istediğiniz kadar yeni müfredat çalışması yapın. Öğretmenlerin sosyal ve duygusal becerilere vurgu yapan yeni müfredatı verme yetkinlikleri yok. Dolayısıyla yukarıdan inme değişimler kısır kalıyor ve hedefe ulaşamıyor.
Öğretmenlerin de ‘yaşam boyu eğitim’ felsefesi ile kendisine yatırım yapması gerekiyor diyorsunuz.
Kesinlikle. Her sene öğretmenlerin yeniden eğitime alınması gerekiyor.
İngilizce bilmeyen bir öğretmenin mezun edilmesini doğru bulmuyorum. Öğretmeni tamamen çağın dışında bırakıyorsunuz. Hatırlayın, pandemi süreci tüm dünyayı vurdu. Uzaktan eğitim konusunda bir tane bile Türkçe kaynak yoktu. Ne yapacağız? Kalakaldık. Bekledik ki Türkiye’den birkaç hoca kalksın o konuda bir kitap yazsın. Bu da epey bir zaman aldı. İngilizce bilmeyen birisinin kendini yenilemesi, mesleğinde taze kalması mümkün değil.
Bütün üniversitelerimizde İngilizce zorunlu ama…
Öğretmenlerin yüzde 90′ı İngilizce bilmiyor. Öğretmenlere teknoloji okur yazarlığının verilmemesini de anlamıyorum. Hepsi en azından Excel kullanmayı biliyor olmalı. Google’ın araç gereçlerinden faydalanabilmeli. Sadece Gmail değil Google Earth’ten de anlamalı. Kodlama bilmeli. AR, VR, XR teknolojilerine yakın olmalılar. Öğretmen ile öğrencinin ortak bir dili kullanabiliyor olması gerekiyor.
Aynı dil konuşulamıyor mu?
Konuşamıyorsun. Fatih Projesi istenilen etkiyi yaratamadı. Kendini yenilemek için İngilizce ve teknolojiyi yan yana kullanman gerekiyor. Bunu yapamayanlardan oluşan bir öğretmen ordusuyla da istediğiniz müfredat değişikliğini yapmaya çalışın, hayata geçirmekte zorlanırsınız. Müfredat değişiklikleri de son derece tepeden inme yapılıyor. Son anda yapılıyor. Yapılan değişiklik hemen o sene uygulanmaya başlıyor. Bu da olacak şey değil.
Müfredatı değiştirebilirsiniz ama sisteme yeni girenlere, yeni müfredatı uygulayabilmeniz gerekiyor. Biz değiştiriyoruz. Sistemde olan herkese o müfredatı uygulamaya başlıyoruz. Ayrıca öğretmenlerin en az bir yıl eğitimden geçmesi gerekiyor. Sosyal-duygusal beceri vurgulu bir müfredatı son derece olumlu buluyorum, ama bu modeli öğretmenlerin verme kapasiteleri yok. Siz okulun açılmasına dört gün kala öğretmenleri eğitmeye kalkarsanız, eğitmen diye gönderdiğiniz insanlar da PowerPoint’ten okurlarsa öğretmenler çıkar giderler.
Sosyal-duygusal beceri geliştirme kapasitesi olmayan insanlarla sosyal-duygusal beceri vurgulu müfredat işlediğinizi sanarsınız! Ama hoca ancak bildiğini yapabilir. Dolayısıyla bu müfredat girişimlerini de ben şanssız buluyorum.
Ne yapılması gerekiyor?
Ciddi şekilde teknoloji kullanımının artırılması ve eğitime yapay zekanın girmesi gerekiyor. Madem öğretmenler İngilizce öğretemiyor bırakalım yapay zeka öğretsin. Neden mesela Türkiye’deki bütün K12 öğrencilerine bir GPT 4.0 hesabı bedavaya verilmez? Ayda sadece 20 dolar. Gidip pazarlık yapsanız 1 dolara verirler. 17 milyon öğrenci 17 milyon dolar. Türkiye’nin harcadığı en güzel 17 milyon dolar olur. Emin olun öğretmene olan ihtiyaç o kadar hızlı şekilde düşer ki… Öğrenciler fazlasını ChatGPT’den öğrenmeye başlarlar… İçerik odaklı eğitimin zamanı geçti. Hepsi neredeyse bedava olarak internette bulunuyor.
O zaman öğretmenler tamamen yetkinlik ve becerilere odaklanabilirler. Bunun için de yeni bir öğretmen grubu yetiştirmeniz gerekiyor. Çünkü şu anki öğretmenlerimiz içerik nakli odaklı.
Köy Enstitüsü modellemesini günümüz koşullarına revize ederek nasıl yol alabiliriz?
Aslında bizim bir temelimiz var. İyi de bir modellememiz var. Bu yenilenerek eğitime dahil edilmeli. Köy enstitüleri Türkiye’nin eğitimdeki en önemli inovasyonuydu. Bütün partilerdeki muhafazakâr siyasiler kendilerine tehdit olarak görerek ve birleşerek “solcu yetiştiriyor” diye köy enstitüleri kapatıldı. Halbuki köy enstitüleri, insana toprağa dokunmayı da, saz çalmayı da, yerelden kopmadan dünyayla birleşmeyi de öğretiyordu. Bu eğitimin geleceğinde de olmalı. Biz neden ilkokuldaki çocuklara çiftçilik öğretmiyoruz? Neden çiçek yetiştirmeyi öğretmiyoruz? Neden tavukların altından yumurta almayı öğretmiyoruz? Neden ağaca tırmanmayı öğretmiyoruz? Bu dik binaların arasına sıkışmış bir hayatı neden kabullendik? O binalara karınca yuvası gibi ‘köle depoları’ diyorum. Kurumsal köle depoları yapmışız. Adına da gökdelen demişiz. İnsanlar da burada oturmayı marifet zannediyor. Aslında çok fena şekilde çarkların arasına sıkışmış durumdalar. Niye insanları bu sıkışmışlıktan kurtarmıyoruz? Niye herkes şehre gelip de orada bir hayat kurmaya çalışıyor? Neden şehirdeki çocuklara kırsal hayat da öğretilmiyor? Neden kırsal kesimde herkes şehirde yaşıyormuş gibi davranılıyor?
Bize sürekli Finlandiya örneği veriliyor. Bu Finlandiya modelinin başarısının arkasında yatan nedenler nedir?
Boğaziçi Üniversitesi’nde bir toplantı yapılmıştı. Şimdiki Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin de oradaki konuşmacılardan birisiydi. Finlandiya’dan da bir konuşmacı vardı. Hep örnek ülke Finlandiya. Halbuki Finlandiya’nın yaptığı bizim köy enstitülerini alıp onu zamanın koşullarına uydurmak, optimize etmek.
Başarılı olmalarını dört başlıkta sıralıyorlar. Birincisi öğretmenlerin hepsi yüksek lisans mezunu. İkincisi tam otonomi: müfredata tamamen öğretmen karar veriyor. Ne işleneceği ve ne derinlikte işleneceği konusunda öğretmene güven var. Üçüncüsü; son derece eşitlikçi bir sistem. Cinsiyet, ırk ve din ayrımı yapılmıyor. Dördüncüsü de teknolojiye çok önem veriliyor. Dördüne baktığınızda, biz 4-0 geride başlıyoruz.
Konuşmasının sonunda Finlandiyalı uzmana “Sizde haftada kaç saat eğitim yapılıyor?” diye sordum, biraz düşünüp “22 saat” dedi. Bizde haftada 45 saat eğitim veriliyor. Süre olarak Finlandiya’nın iki katı eğitim veriyoruz ve karşılığında aldığımız sonuçta son derece kötü… Finlandiya’daki uzmanları buraya getiriyoruz ve “Anlat” diyoruz. Ben bunu kendime aşağılanma olarak görüyorum. Zaten benden aldığı modeli uygulamış, optimize etmiş. Ama benim artık onu yakalama şansım yok. Bizim öğretmenlerimizin yüksek lisansları yok. Teknolojiyi kullanamıyorlar. Otonomi yok. Karşılaştırmak doğru değil.
85 milyon nüfuslu ülkede bütün okulları aynı müfredat üzerinden çalıştırmaya çalışıyorsunuz. Öğretmen okulları vardı, kapattınız. Sanat ve spor okullarının sayısı çok az. Fen Liselerinin sayısı çok az arttı. Anadolu Liseleri vardı, şimdi bütün liseler Anadolu Lisesi oldu. O farklılık da ortadan kalktı.
Kitabınızda “Eğitimde seferberlik ilan edilmesi” vurgunuz dikkat çekiyor. Bu seferberliği ilan ederken nasıl yol alınması gerektiği konusunda anahtar cümleleri de paylaşır mısınız?
Evet, ulusal seferberlik ilan edilmesi gerekiyor. Açıkçası seferberlik planı yapmadım. Kimse benden böyle bir plan yapmamı da istemedi.
Ama bu işin tarafları var. Okul, aile, birey, öğretmen…
Türkiye’de aileye hiç güvenemeyiz. Çünkü epey cahil bir ülkede yaşıyoruz. Maalesef okulda edinilmesi gerektiğini düşündüğümüz becerilerin bir kısmının ailede verilmesi gerekiyor ama verilmiyor. Ailelerin de eğitilmesi gerekiyor. Ben şu anda öğretmen olanlara da güvenemeyeceğimizi düşünüyorum. Çünkü dediğim gibi İngilizce bilmiyorlar, teknoloji okur yazarı değiller ve değişime kapalılar. Dolayısıyla benim bahsettiğim seferberlikte yeni bir öğretmen grubunun yaratılması gerekiyor. Bu öğretmen grubunun içinden çıkacak bir ekibe bir yıllık bir eğitim verilmeli. Bir yıl içerisinde dil öğrenip, teknoloji okur yazarı olup, eğitimdeki yeniliklere açık hale gelmelerini sağlamak gerekiyor.
Takım kaptanları belirlemek mi?
Evet… Bu seferberlikte 1,1 milyon öğretmene ihtiyacımız yok. 200-300 bin öğretmen artı yoğun teknolojiye ihtiyacımız var. Burada teknolojiyi doğru konumlandıracağız. Gelecekte yapay zekanın farklı parçaları da devreye girecek. Bunları eğitimde çok daha akılcı kullanmamız gerekiyor. Öğretmen odaklı eğitimden, teknoloji destekli öğrenci odaklı eğitime geçmemiz gerekiyor. Öğrencilerin çok daha serbest bırakılması lazım. Kendi kendine öğrenme ve akran öğrenmesini destekleyen bir eğitim sistemi kurgulamamız lazım. Daha demokratik okullar kurmamız gerekiyor.
Çocuklar ne öğrenmek istediklerine, ne okumak istediklerine kendileri karar verebilmeliler. Türkiye’de lise sadece fen ve edebiyat diye ikiye ayrılıyor. Bunun daha fazla parçalara bölünmesi gerekiyor. Örneğin, Kanada’da meslek lisesi diye bir konsept yok. Meslek dersleri normal lisenin içinde veriliyor. İsteyen gidip berberlik öğreniyor, isteyen araba tamirciliği, isteyen de yüksek matematikten mühendisliğe geçmeye çalışıyor. Tercih hakkı çok kıymetli. İnsanlara daha fazla seçme hakkı verilmeli.
Bunun önündeki en büyük engel öğretmen sayısıydı, ama teknolojiyle bu problemi çözdüğümüzü düşünüyorum. Aslında daha fazla sayıda öğretmene ihtiyacımız yok.
Hiçbir şey yapmayıp bu sistemle bile devam etseniz, 50 sene içinde zaten K-12 nüfusu daralacak ve 1,1 milyon değil 700 bin öğretmenle çevrilebilir hale gelecek.
Yani 50 sene sonrasını düşündüğümüzde zaten 400 bin öğretmen fazlamız var. Ben teknolojiyle o 700 binin en az yarı yarıya azaltılabileceğini düşünüyorum. Öğretmenlerin esas rolü rol modelliği, mentorluk, yol göstericilik olmalı. İçerik naklinin çoğunu teknolojiye devretmeliyiz. Öğretmen, öğrencinin yanında yol gösterici ve rehber olmalı. Meslek bu hale dönüşmeli.
Peki, kendi kendine öğrenme süreci burada ne kadar aktif kullanılabilir?
Bence çok kıymetli. Zaten öğrenme dediğiniz şey; bilenin bilmeyene bir şey anlatmasıyla olan bir şey değil. Kendi kendine olan bir şey. Ama biz kolaya kaçmışız. Bilenden bilmeyene bilginin nakli haline çevirmişiz. Bu endüstriyel model, 200 yıl önce çıkan model. Benim en etkili öğrendiğim ortam, kendi kendime öğrendiğim ortam.
Bilen bir arkadaşın bana anlatması, kendi akranımın bana anlatması… Onun da bilmediği bir şey olursa öğretmene sorabilirim. Öğretmenin de bana cevabı vermemesi lazım. Sokratik yöntemi kullanarak, beni doğru kaynağa yönlendirmeli. Kendi kendime öğrenmeyi teşvik etmeli. Öğretmenin öğrettiği bir sistem, öğrenciyi aslında güçsüzleştiriyor. Öğrencinin kendi kendine öğrenme kapasitesini zayıflatıyor, törpülüyor.
Yaşam boyu öğrenme diyoruz değil mi? Okul bittikten beş sene sonra üniversite diplomasının da raf ömrü geçiyor.
Kendi kendine öğrenmeye devam etmen gerekiyor. O zaman niye biz ilkokuldan itibaren kendi kendine öğrenmeyi tetiklemiyoruz? Bu arada seferberliğin bir parçası da 4+4+4 gibi bir garabetin yerine iki yıl okul öncesi eğitim, yani bir yıl yuva, bir yıl okul öncesi eğitim. Beş yıl ilkokul, üç yıl ortaokul, ondan sonra da lisenin seçmeli olması.
Lisede de meslek lisesi, sanat lisesi, fen lisesi eğitimi gibi alternatiflerin öğrencilere sunulduğu bir model düşünüyorum. Buradaki okul öncesi iki yıl çok kıymetli. Orada ana dilde okuma yazma öğretilmeli.
Yuvada da sadece sosyal duygusal beceriler üzerine yoğunlaşılmalı. Okul öncesinde, yani eksi birde, ana dilde çocuğa okuma yazma, birinci sınıfta Türkçe, üçüncü sınıfta da İngilizce öğretilmeli. Bunların hepsi teknolojiyle yapılmalı. Çocuk daha birinci sınıftan itibaren bir miktar da olsa teknolojiye aşina olmalı.
İlkokulda öğretmenin rolü çok kıymetli…
İlköğretimi yapay zekâ devralsın demiyorum. Teknoloji ilk öğretimde öğretmenin yerini dolduramaz. Çünkü çocuğa biz sosyal duygusal beceriler kazandırmaya çalışıyoruz.
Ortaokuldan itibaren gitgide öğretmenin etkisinin ve yükünün azaldığı, teknolojinin etkisinin ve yükünün arttığı ve öğrencinin kendi kendine öğrenmeye yönlendirildiği bir sistem hayal ediyorum. Bu arada bir müfredat tasarımı yapma ihtimalim de var, ama bu konunun uzmanı olduğumu düşünmüyorum. Araştırıp uzmanlarla bir tartışma tetiklemek gerekiyor. Burada müfredat derken, okullarda hemen uygulanabilecek detaylı bir müfredattan bahsetmiyorum. Konsept seviyesinde bir müfredattan bahsediyorum.
Bu kadar merkeziyetçi bir yapıya karşılık; kendi çocuklarımdan da gözlemliyorum her şeye dinlemeden refleks veren bir Z kuşağı ile karşı karşıyayız. Z kuşağının bu sürece daha iyi adaptasyonu için neler yapılmalı?
Zaten biz ne yaparsak yapalım Z kuşağı bizi reddediyor. Biz aklımızca müfredat değiştiriyoruz, öğretmen değiştiriyoruz, eğitiyoruz.
Hâlâ “baby boomer” ve X jenerasyonu kafasıyla Z kuşağına eğitim tasarlamaya çalışıyoruz. Nasıl öğrenmek istediğini çocuklara soruyor muyuz? Çocuklara soran yok. Büyükler çocuklar için eğitim sistemi kurguluyor. Bu çok komik. Bir danışman düşünün, şirketteki çalışanlara sormadan, kendi kafasına göre bir sistem kurgulasın ve “Böyle yapın” desin. Danışmanı hemen kapının önüne koyarlar. Eğitim sistemini biz revize etmeye kalktığımızda öğrencilere sormuyoruz. İşin ilginç yanı öğretmenlere de sormuyoruz. Bildiğini düşünen uzmanlar ofislerinde yeni bir şeyler tasarlamaya çalışıyorlar. Bu çalışmıyor, bunun çalışmadığını da görmeleri gerekiyor.
“Sistem Çaresiz, Eğitim Sizde” kitabınızda çok güzel bir alıntınız var… “Bir çocuğu yetiştirmekten bütün köy sorumludur…” Böylesi bir final cümlesi özelinden bakarsak, bu röportajda sizin final cümleniz ne olurdu?
Eğitimde her şeyi bakanlıktan beklemenin de yanlış olduğunu düşünüyorum. Bu sürece STK’ların, özel sektörün, belediyelerin aktif olarak dahil olması gerektiğini düşünüyorum. Şu anda bu sorumlulukları çok güzel üzerlerinden atıyorlar. “Bizim işimiz değil” deyip, kenara çekiliyorlar. O zaman şikayet etme hakları da yok.
Onlarında dahil olması zaman, emek anlamında ve finansman anlamında güç bölünmesine neden olmaz mı?
Doğru, güç bölünmesi var ama bugün devlet sistemi girişimcilik öğretmeyi reddedebilir. Çünkü temelde asker, memur yetiştirme odaklı bir eğitim sistemi var. O zaman girişimciliği kim öğretecek? O başlığı, bir zahmet özel sektör devralacak. Yetkinlik geliştirmeyi kim üstlenecek? Onu da örneğin belediyeler üstlenecek. Yani kaotik olmayan bir rol dağıtımının mümkün olduğunu düşünüyorum. Mümkün olmakla birlikte, Türkiye’de de hayata geçirilmesinin son derece zor olduğunu görüyorum.
Çünkü 10 yıldır Yetkin Gençler Eğitim Kooperatifi’nin kurucusu ve yöneticisi olarak başındayım. Maalesef özel sektörün aslında kendilerine daha yetkin çalışan yetiştirmeyi hedefleyen bu kuruma destek vermekten kaçındığını görüyorum.
Sözde mi kalıyor?
Kesinlikle, sözde kalıyor. Şikayet etmeyi biliyorlar, çözümün parçası olmak istemiyorlar. O bizim işimiz değil, o devletin işi, o üniversitelerin işi deniliyor. İyi de yapmıyorlarsa sen ne yapacaksın? Sadece şikayet mi edeceksin? Neden sen elini taşın altına koymuyorsun? Elini taşın altına koydukları zaman da çok bireysel çalışmalar yapılıyor. Bu çalışmalar da algı yönetimine ve reklama yönelik oluyor.
O yüzden İzQ’yu canı gönülden alkışlıyorum. Burada birçok kurum bir araya gelmiş ve ortak bir şey yapmaya çalışıyor. İzQ aslında Türkiye için bir modeldir. Mesela girişimcilik ve inovasyon alanında bir eğitim kurgulansa bunun doğru yeri İzQ olur. İzmir’deki bütün üniversitelere bu hizmet verilse bu aslında kaynak israfı değil, kaynakların etkin kullanımı olur.
Çünkü her üniversitede girişimcilik ve inovasyon eğitimi verecek hoca yetiştirmeye çalışma ihtiyacı ortadan kalkıyor. Onu buradan alıyorlar. Mesela ben bu donem freelance (serbest çalışma) dersini bütün üniversitelere açıyorum şu anda. Yani 100 tane üniversitede freelance dersi açmak yerine, bir tane çok katılımcılı, çevrimiçi ders açalım. Herkes buradan alsın. Bu aslında kaynakların akıllı kullanımı oluyor. Bunun planlanması gerekiyor. Burada da bazı kişilerin görev alması gerekiyor. Türkiye’de böyle bir atılım, böyle bir girişim göremiyorum.
Eklemek istedikleriniz…
Eğitim sistemimiz tamamen asker, memur yetiştirmeye odaklı. Memurun yanına bir de özel sektör çalışanını koyduk ki, bence onlar da memur. Bütün eğitim sisteminin daha fazla kendi işini kuran bağımsız profesyonel veya solo girişimci yetiştirmeye odaklanması gerekiyor. Bunun için de öğrencilere farklı bir beceri setinin kazandırılması gerekiyor.
Gelecekte Türkiye’de çalışanların çok önemli bir kısmı, bağımsız profesyonel olarak yani bordro yerine proje veya kontrat bazında iş yaparak hayatını kazanmak zorunda kalacak. Yapay zeka ile birlikte ekonominin küçülmesi mümkün. Daha az sayıda bordrolu çalışan olacak. Daha fazla insan kurumlara dışarıdan hizmet satacak. Ancak öğrencilerimizi bu sürece hazırlamıyoruz. Bu yüzden buna ilaç olabilmek için freelance dersini açmaya karar verdim. Umarım başarılı olur ve Türkiye’de de bir şeyleri farklı bir şekilde yapmaya başlamış oluruz.