EGİAD sürekli yayını YARIN Dergisi için İzmir Ekonomi Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yusuf Hakan Abacıoğlu ile eğitim, İzmir ve üniversitenin hedefleri üzerine konuştuk
Eğitim, bilimin ışığında gelişen bir toplumu inşa etmenin temel taşı… Bu anlayışla, Türkiye’nin önde gelen yükseköğretim kurumlarından biri olan İzmir Ekonomi Üniversitesi’nin (İEÜ) vizyonunu ve dönüşüm yolculuğunu konuşmak üzere İEÜ Rektörü Prof. Dr. Yusuf Hakan Abacıoğlu ile bir araya geldik.
YARIN Dergisi’ni ağırlayan Prof. Dr. Abacıoğlu, yalnızca akademik bir lider değil; aynı zamanda bir hekim, bir düşünür ve gençlere yol gösteren bir eğitim neferi olarak, kendi yaşam öyküsünden süzülen deneyimlerle eğitimin nasıl daha bütüncül, bilinçli ve etkili hale gelebileceğine dair tecrübelerini paylaştı.
Prof. Dr. Abacıoğlu’nun kişisel eğitim serüveni üzerinden gençlere meslek seçiminde yetkinliğin önemine; üniversite-sanayi iş birliğinden, gençlerin sektöre entegrasyonuna; dijitalleşmeden, toplumsal katkı stratejilerine kadar birçok başlığa ışık tuttuk.
Sizi tanıyabilir miyiz?
Dikili doğumluyum. Annem ve babam öğretmendi. İlköğretimimi TED Ankara Koleji’nde tamamladım. Orta ve lise öğrenimimi ise Bornova Anadolu Lisesi’nde aldım.
Sonrasında ODTÜ Makine Mühendisliği’ni kazandım. Ancak bir yılın ardından bunun bana uygun bir alan olmadığını fark ettim ve tekrar sınava girerek tıp fakültesine geçiş yaptım. 1980 yılında İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne başladım ve 1986’da mezun olarak Tıp Doktoru ünvanını aldım.
Bu branş değişikliği neden gerekliydi?
Gençlerle konuşurken de sıkça anlatırım; o dönemlerde bize yol gösterecek iyi bir rehberlik sistemi yoktu. Mühendislikte teknik resim çizmek, üç boyutlu düşünmek gibi beceriler çok önemli. Ben, bu beceriler konusunda yeterli olmadığımı anladım. Bu nedenle alan değiştirmeye karar verdim. Kariyer seçimlerinde, gerekli beceri setlerine sahip olup olmadığınızı değerlendirmek çok önemli. Bu nedenle, meslek seçimlerinde yalnızca “istemek” yetmiyor; kişinin “yetkinliklerine” de bakılmalı. Öğrenciler de kendi yetkinlikleriyle ilgili mutlaka rehberlik desteği almalı.
Bu farkındalık nasıl bir süreçle gelişti?
Bireylerin, özellikle de öğrencilerin, sahip oldukları becerileri fark etmeleri için erken yaşlardan itibaren desteklenmeleri gerektiğini düşünüyorum. İlkokuldan önce, okul öncesi dönemden itibaren sistematik olarak bilişsel ve sosyal becerilerin geliştirilmesi çok önemli. Eleştirel düşünme, problem çözme, sistemsel düşünme gibi beceriler küçük yaşlardan itibaren yapılandırılmalı.
Tıp alanında uzun yıllar geçirdiniz. Bu süreç size ne öğretti?
Tıp, karar verme yetisinin hayati olduğu bir alan. Karar vermek aslında analitik düşünmeyi gerektiriyor. Karar vermek için problem çözebilmeniz lazım. Önce veriye dayalı analiz, sonra sezgiyle desteklenen kararlar gelir. Bir hekimin yıllar içinde geliştirdiği sezgi, aslında deneyimin bir sonucu. Ancak başlangıçta analitik süreçler şart. Bunun gelişim evreleri var ve ona göre gelişmesi gerekiyor.
Bu beceriler nasıl geliştirilebilir?
Karar verme üzerine düşünmek bile başlı başına öğretici. Örneğin, Nobel Ödüllü Daniel Kahneman’ın araştırmaları gösteriyor ki, karar süreçlerinde bilişsel yanlılıklar olabiliyor. Eğitim, bütüncül bir yaklaşımla ele alınmak zorunda.
Üniversitede bu farkındalığı öğrencilere nasıl kazandırıyorsunuz?
Üniversitemizde eleştirel ve reflektif düşünme gibi farklı alanlarda, gerek seçmeli dersler gerekse de mikro yeterlilik modülleriyle gençlerimize bu farkındalığı kazandırıyoruz. Aynı zamanda da var olan derslerin içerisine bu yetkinlikleri geliştirmelerine yönelik uygulamalar ekliyoruz. Deneyimlerim gösteriyor ki öğrenciler, bu tür yetkinlikleri kazanmaya istekliler. Ayrıca, öğrencilerin değişime en açık grup olduğunu da söyleyebilirim.
Bugün bulunduğunuz noktada, seçtiğiniz alandan memnun musunuz?
Evet, mutluyum. Daha doğrusu, bu yolun bana daha uygun olduğunu görüyorum. Belki endüstri mühendisi de olabilirmişim ama o zamanlar bu meslekleri ve ne gerektirdiğini yeterince bilmiyorduk. Bugünün gençleri çok daha şanslı. Daha fazla bilgiye erişebiliyor, daha bilinçli kararlar verebiliyorlar.
Peki ailelerin rolü… Ne kadar yönlendirmeli?
Ailelerin çocuklarını yönlendirmesi doğal, ama kendi hayallerini dayatmamaları gerekir. Kendi kızımda bunu yaşadım. Tıp okumasını arzu ettim ama o istemedi. İyi ki de istemedi. Kendi yolunu seçti ve ben de onun kararına saygı duydum. Asıl mesele mutlu olmak değil; yaptığınız işten doyum almak. O zaman başarı da beraberinde geliyor.
Hayat yolculuğu inişli çıkışlı bir serüven… Gençlere bu sürecin doğasını nasıl anlatırsınız?
Hayat düz bir çizgide ilerlemiyor. Zaman zaman düşüyorsunuz, sonra kalkıyorsunuz; bu, yaşamın doğası. Gençlerin bunu doğru anlamaları gerektiğini düşünüyorum. Doyum almak, her şeyin hemen elde edildiği bir şey değil. Bazen battığınız, bazen darbe yediğiniz, düşe kalka öğrendiğiniz bir süreç. Ben kendi adıma yaptığım işten her zaman doyum aldım. Daha sonra araştırmaya olan ilgim nedeniyle mikrobiyoloji alanını seçtim. İmmünoloji zaten özel ilgi alanımdı; o nedenle bu alana yöneldim ve ilerleyebildim. O alanda akademisyen olmayı başardım, şanslıydım.
Eğitim yolculuğunuz nasıl şekillendi?
Dokuz Eylül Tıp Fakültesi mezunuyum. Kurumundan mezun olan ilk Dekan oldum; bu benim için gurur verici. Ardından iki yıl kadar Dünya Sağlık Örgütü’nde çalıştım. Sonra da İzmir Ekonomi Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne Kurucu Dekan olarak geldim.
İzmir Ekonomi Üniversitesi şu anda nasıl bir evreden geçiyor?
İzmir Ekonomi Üniversitesi, bir değişim süreci yaşıyor. Üniversite, butik bir yapıdan orta ölçekli bir üniversiteye dönüştü. Şimdi ise araştırma kapasitesini artıran, bilgi üretimine odaklı, kabuk değiştiren bir üniversite olma yolunda ilerliyor. Mevcut kampüs, artık bu kapasiteye sığmıyor. Bu nedenle Güzelbahçe Kampüsü kritik bir adım olacak.
Görevi devraldığımda akademik performans artış eğilimindeydi ve bu eğilim ivmelenerek devam ediyor. Yayın ve proje sayılarımız her yıl artıyor. Öğretim üyesi başına düşen uluslararası yıllık yayın sayısı ortalamamızı 2′ye çıkarmayı hedefliyoruz. Şu andaki ortalamamız da 1’in üzerinde.
Üniversitenin araştırma üniversiteleriyle karşılaştırmalı durumu nedir?
Yeni tamamladığımız stratejik planımız için, kendimizi A1, A2 ve A3 düzeyindeki araştırma üniversiteleriyle kıyasladık. Örneğin, alana özgü atıf etkisi bakımından A2-A3 seviyesindeki üniversitelerle yarışıyoruz. Bu da kaliteli yayın yaptığımızı ve yayınlarımızın atıf aldığını gösteriyor. İnovatif Üniversite Endeksi’nde Türkiye genelinde tüm üniversiteler arasında ilk 5’teyiz. Patent başvurularımız da bu başarıyı destekliyor. Üniversitemizde güçlü bir akademik kadro var. Bu kadroyu, genç ve başarılı akademisyenlerle daha da güçlendireceğiz.
Öğrencilerin özel sektörle entegrasyonu nasıl sağlanıyor?
Üniversite olarak, 2018 yılında yenilikçi bir adım atarak “Kampüsİzmir” konseptini geliştirdik ve tüm İzmir’i bir eğitim alanı olarak tanımladık. Garantili staj projemiz ve mezun-işveren veri tabanımız sayesinde öğrencilerimizi ve 23 bini aşkın mezunumuzu, sürekli iş birliği halinde olduğumuz 2 bin 500 firmayla buluşturuyoruz. Bu veritabanımıza, sizlerin aracılığıyla tüm firmaları davet ediyorum.
Bunun yanı sıra öğrencilerimizin erken dönemde sanayi ile bir araya gelmesini sağlamak hedefiyle ‘Sanayi Deneyim Sertifikası’ programını da başlatacağız. Bu program, lisans programını başarıyla yürüten öğrencilerin uygulamalı deneyim kazanmalarını ve istihdam olanaklarını artırmayı amaçlıyor. Bu gibi modellerle öğrencilerin sektörle olan etkileşim sürelerini de artırmak istiyoruz. Buna yönelik olarak, staj süreçlerini uzatmak için müfredat üzerinde de çalışmalar yürütüyoruz.
Sanayi, bu modele nasıl bakıyor?
İş dünyası, temas sürelerinin uzun olmasını istiyor. Kısa süreli stajların veriminin düşük olduğu, sektörle yapılan görüşmelerde açıkça belirtiliyor. Öğrenciyi tanımak istiyorlar. Zaman-kaynak ayırıyorlar ve haklı olarak karşılığını almayı hedefliyorlar.
Öğrencilerin uzun süre sahada kalacağı bir yapıyı kurmak için çalışıyoruz. Bu konuda İŞKUR gibi kurumlarla da iş birliği içindeyiz.
İş dünyası ile bu konuda iki önemli toplantı gerçekleştirdik. Mesleksel yeterlilik ve mikro kredi sistemi için sektördeki işverenler ve insan kaynakları departmanları ile toplandık. Öğrenciye, sanayide de koçluk yapılması lazım. Orada da iş bilinçli olmalı. İnsan kaynakları yöneticilerini, eğitici teknik kadroları da eğiterek yol almak gerekiyor. Bunun için kaynak yönetimi gerekiyor.
Eğitimde dijitalleşme ve içerik geliştirme konusunda ne gibi adımlar atıyorsunuz?
Elektronik öğrenme platformları geliştiriyoruz. Eğitim modüllerini dijitalleştirip mikro kredilere bölerek sunacağız. Bu sistem, hem sektöre hem de öğrenciye büyük fayda sağlayacak.
İş birliği konusunda oldukça olumlu bir tablo çizdiniz. Bu konudaki görüşlerinizi biraz açabilir misiniz?
Çok güzel iş birliklerimiz var. Bu iş birlikleri daha da olacak, daha da gelişecek. Üniversitelerin tercih edilmesindeki en önemli ölçütlerden biri olan “İstihdam Edilebilirlik” yönünde ilerliyoruz.
Üniversiteler bu değişime nasıl adapte oluyor?
Üniversiteler, bu yöne doğru ister istemez eğilmek durumundalar. Bizim sektörle olan yakın ilişkimiz nedeniyle üniversitemizin istihdam edilebilirlik oranı oldukça yüksek. Bunu daha da yukarıya çıkarmak istiyoruz. Bu, bizim için yaşamsal bir konu.
Bu kadar iyi yetişmiş gençleri İstanbul’a veya yurt dışına kaptırmamak adına şehirle entegrasyon nasıl sağlanmalı?
Bu biraz da İzmir’deki iş dünyasının tutumuna bağlı. Birincisi temas süresini artırmak önemli. Ancak belli bir noktada İzmir’deki sektörlerin, İstanbul veya Ankara’daki firmalarla rekabet edebilir hale gelmesi gerekiyor. Ücret politikası, haklar gibi konularda cazibe yaratılması gerekiyor.
İzmir’deki iş dünyası bu konuda ne durumda?
Önemli olan, bir insanın işinize gerçekten yararlı olup olmadığını anlayabilmek. İK gibi mekanizmalar bu noktada devreye giriyor, yarım saatlik görüşmelerle öğrenciler tanınmaya çalışılıyor. Şirketler de temas süresini artırarak bunu anlamak istiyor.
Bu işin çözümü sizce nereden geçiyor?
İstihdamı artırmanın yolu, şirketlerin öğrencileri daha erken tanımasını sağlamaktan geçiyor. Bizim de burada bir görevimiz var. Paydaşların birlikte çalışmadığı hiçbir çözüm kalıcı olmuyor. Ortak çözümler üretmeliyiz.
Türkiye’deki işverenler bu sürece nasıl dahil edilebilir?
Onların bu talebi ortaya koyması lazım. Hep birlikte oturup birbirimizin sorunlarını anlayarak çözüm üretmeliyiz. Biz toplantılar yapmaya devam edeceğiz.
Alternatif modellerden bahsettiniz, örnek verebilir misiniz?
Pandemiden sonra ortaya çıkan bir model var; rotasyonel çalışma. Bir kişi belli bir yetkinliğe sahipse A firmasında iki saat çalışıp işi yapıyor, sonra B firmasına geçiyor. Böylece sabit istihdam yerine yetkinliği yüksek bireylerin farklı firmalara hizmet verdiği modeller gelişiyor. Artık farklı düşünmek zorundayız. Akademi çözüm bulma konusunda daha iyi konumda.
Üniversiteler bu sistemin neresinde durmalı?
Akademi, problem çözme noktasında güçlü olmalı. Örgütler burada çok önemli. Örgütler ve STK’lar ihtiyaçları doğru analiz ederek üniversitelerle paylaşmalı. Bu analizler sayesinde biz de çözümün neresinde durduğumuzu belirleyebiliriz.
Bu analizler nasıl yapılmalı?
Sadece kişileri dinlemekle kalınmamalı, sistematik analizler yapılmalı. Örneğin; EGİAD’ın yaptığı NEET analiz çok kıymetliydi ve ulusal düzeyde de dikkat çekti. Doğru analizlerle problemler net şekilde tanımlanabilir. Bütün üniversiteler olarak destek verilir.
Modeli nasıl olmalı?
Sistematik bir model gerekiyor. Problemi tanımla, detaylı analiz et, çözüm üret, birlikte tartış ve uygulamaya geçir. Bu döngüyü her düzeyde uygulayabiliriz. NEET çalışması gibi analizlerin artırılması ve verilerle konuşulması lazım.
Akademinin rolü ne olmalı?
Biz öneriler sunuyoruz, projeler geliştiriyoruz. EGİAD gibi kurumlar bizi danışma kurullarına çağırıyor. Görevimiz bu önerileri paylaşmak ve daha güçlü şekilde modellemek. Karşılıklı modeller üzerinden yürümemiz lazım.
Üniversitelerin toplumsal katkısından bahsettiniz. Bugün geldiğimiz noktada bu göreviyle nerede duruyor?
Aslında üniversitenin toplumsal katkı görevi, geldiğimiz noktada en önemli görevlerinin başına çıktı diyebiliriz. Bu katkıyı etki analizleriyle, iş birlikleriyle çok iyi yapılandırmamız gerekiyor. Çok fazla çaba var ama bu çabaların odaklanması şart. Sorunların çözümü ancak odaklanma ile mümkün oluyor.
Bu odaklanma stratejisini ayrıntılı anlatır mısınız?
Üniversitede şu anda kullandığımız ana stratejilerden biri, odaklanma stratejisi. Araştırmada da, toplumsal katkıda da bu böyle. Güçlerin belirli alanlara yoğunlaşması, orada daha etkili ve verimli çözümler üretmemizi sağlıyor. Kaynakları da daha verimli kullanma şansımız oluyor.
Peki hangi alanlara odaklanmalıyız?
Odaklanılacak alanları birlikte tespit etmemiz gerekiyor. Her şeyi aynı anda çözmeye çalışmak gerçekçi değil, böyle bir kapasite yok. İzmir olarak “Önce nereden başlayalım?” sorusunu kendimize sormamız gerekiyor. Fikirler var elbette ama burada bilimsel bir konsensüs şart.
Planlama konusunda neler söylemek istersiniz?
Paydaş sayısı arttıkça bu zorlaşıyor. Ama iyi seçilmiş paydaşlar kendi aralarında odaklanarak, konuyu belirleyerek hareket ederlerse başarılı olurlar. İyi örneklerin büyütülmesi gerekiyor. Bunun için kaynak ve zaman gerekiyor.
Toplumsal katkı modelinizden bahsedebilir misiniz?
Şu anda toplumsal katkı modelimizi detaylı olarak inceliyoruz. Türkiye’de bu konuda çok fazla örnek yok. Geleneksel olarak üniversitemizde iki rektör yardımcılığı ile gidilirdi; bunlar eğitim ve araştırma alanındaydı. Biz buna toplumsal katkıdan sorumlu üçüncü bir rektör yardımcılığı ekledik ve bu alana tümüyle odaklandık. Toplumsal Katkı Ofisi kurduk. Bu ofis aracılığıyla yaptığımız tüm işleri sürdürülebilir kalkınma amaçlarıyla entegre etmeye çalışıyoruz. Bu yapılandırmayı daha örgütlü ve organize bir biçimde sürdürüyoruz.
Bu yapıların sahadaki karşılığı nasıl oluyor?
Bu, bizim için sadece bir kurumsal strateji değil, aynı zamanda yerel ekonominin kalkınması, toplumun refahını artırmak gibi temel misyonlarımızla da birebir ilintili. Örneğin, PUAM (Psikoloji Uygulama ve Araştırma Merkezi) ile toplumun psikolojik danışmanlık ihtiyaçlarına yanıt veriyoruz. Eğitim değeri de çok kıymetli. Yine Çocuk Üniversitesi aracılığıyla erken yaşlardan itibaren dijital ve ekolojik okuryazarlık gibi alanlarda çağdaş eğitimler veriyoruz. Yakın bölgedeki çocuklarımıza ve personelimizin çocuklarına hizmet veriyoruz.
K12 modellemesini konuşuyoruz. Nitelikli eğitim ve iyi yurttaş yetiştireceğimiz konsept üzerinde çalışıyoruz. Okul dışı eğitim konusunda birçok kurumun çok güzel çalışmalarını da görüyorum. İzmir’de de başarılı çalışmalar var, ama bunların da odaklanması gerekiyor.
Teknopark konusunda çalışmalarınız neler?
Üniversitemizin Menderes’te “İzmir Bilimpark” adı altında bir teknoparkı bulunuyor. Bu teknoparkta, sağlık yazılımı ve materyal bilimleri alanlarında firmalarla çalışmalar yapılıyor. Oradan da ciddi ihracat gerçekleşiyor. Aynı alanda içinde ikinci bir teknoparkın büyütülmesi yönünde çalışmalarımız devam ediyor. Mevcut teknopark üzerinden ciddi rakamlara ulaşıldı, önemli miktarda ihracat gerçekleştirildi. Yeni kampüste de bu teknoparkın bir uzantısının olmasını önemsiyoruz. Üniversitenin akademik kadrosunun kolayca erişebileceği, fiziksel olarak yakın bir konumda olmasını önemsediğimiz bir yapı oluşturmayı planlıyoruz. Girişimcilik programlarından etkin biçimde yararlanan akademisyenlerimiz mevcut. Bu yönlerini daha da güçlendirmeyi hedefliyoruz.
Teknoparklar mı üniversitelerin içinde olmalı, yoksa üniversiteler mi teknoparkların içinde olmalı?
Teknopark, üniversitenin fonksiyonlarından sadece bir tanesi. Kendi başına bir fonksiyon değildir. Üniversiteyi sadece teknopark üzerinden yürüyen bir teknoloji kurumu olarak da kurgulayabilirsiniz; bu bir tercihtir. Odaklanmış bir yapıdır, mümkündür. Ancak üniversitenin toplumla olan bağları, etkileşim kümeleri doğru tanımlanmalıdır. Bu sadece teknopark olmamalı. Çünkü teknopark, topluma yayılmanın ve büyümenin modellerinden yalnızca biridir. Tek bir model olduğunu düşünmüyorum.
Ben üniversite içinde örgütlenmiş bir teknopark modelinin daha doğru olduğunu düşünüyorum. Ama elbette, iyi tasarlandığı sürece başka modeller de başarılı olabilir. Örneğin, OSTİM Üniversitesi Türkiye’de farklı bir model sunuyor. Organize sanayi üzerinden şekillenen bir yapı. Başarı potansiyeli olan, izlenmeye değer bir model. Ancak unutulmamalı ki, bu da tek başına bir yapı değil. OSTİM çok büyük, farklı sektörlerden oluşan bir yapı. Kümelenme modeli denenmeye değer olabilir.
Üniversitenizin odaklandığı konular nelerdir?
İzmir Ekonomi Üniversitesi olarak teknolojiye ciddi yatırım yapan bir üniversiteyiz. Mühendislikte büyüdük ama sosyal bilimlerde de çok güçlü bir konumdayız. Bu disiplinler arası yapı, bize çok özel bir avantaj sağlıyor. Örneğin, kısa süre önce Afet Yönetimi ve Risk Azaltma Uygulama ve Araştırma Merkezi’ni kurduk. Farklı fakültelerden birçok akademisyenimizin bu alanda çalışmaları var. Örneğin İletişim fakültemiz, afet iletişimi üzerine ciddi projeler yürütüyor. Bu alan Türkiye’de çok az çalışılmış bir alan.
Diğer merkezleriniz hakkında da bilgi verir misiniz?
Sürdürülebilirlik ve iklim değişikliği üzerine merkezler kurduk. Bu, bizim stratejik planımızın bir parçası. Üniversitemizin vizyonunu “Sürdürülebilir bir yaşam için dönüştürücü ve yaratıcı çözümler üreten bir üniversite” olarak belirledik. Bu doğrultuda sürdürülebilirliği yaşamsal bir konu olarak görüyoruz. Ayrıca yapay zeka da güçlü olduğumuz bir alan. Sadece mühendislik değil, güzel sanatlardan sosyal bilimlere kadar birçok alanda bu teknolojiyle çalışan akademik kadromuz var. Yapay zeka yine odak alanlarımızdan birisi. Ciddi akademik bir kapasitemiz var.
Üniversitelerdeki dijital dönüşüm hakkında ne düşünüyorsunuz?
Dijital dönüşüm artık hayatın her alanına girdi. Geçtiğimiz yıl Güzel Sanatlar Fakültesi’nin yılsonu sergisinde yüksek lisans öğrencilerinin neredeyse hepsi kod yazarak projeler geliştirmişti. Bu dönüşüm, üniversitelerin her alanına yayılmalı. Biz de bu dönüşümün parçası olmak ve topluma katkı sağlamak istiyoruz. Pandemi döneminde güçlü dijital altyapımız sayesinde hızlıca adapte olduk. Bu da krize hazır olmanın önemini gösteriyor. Çünkü kriz döneminde kapasite geliştiremezsiniz.
Güzelbahçe Kampüsü ile ilgili olarak ne noktadasınız ve bu konudaki hedefleriniz hakkında bilgi verir misiniz?
Güzelbahçe Kampüsü, Balçova Kampüsü’ne kıyasla kapalı alan açısından yaklaşık iki kat büyüklüğe sahip olacak. Toplamda 168 bin metrekare kapalı alan planlanıyor. Kampüs üç etapta tamamlanacak. İlk etap çalışmaları hâlen sürüyor ve bu etap 56 bin metrekare kapalı alana sahip olacak. 2026 Temmuz ayında teslim almayı hedefliyoruz. İlk olarak Fen-Edebiyat Fakültesi ile Mühendislik Fakültesi’ni taşımayı planlıyoruz. Bu iki fakülte, öğrenci kapasitesinin yaklaşık yarısını oluşturuyor. Amacımız, inşaatı mümkün olduğunca erken tamamlayarak Sağlık Fakültesi dışındaki fakülteleri Güzelbahçe’ye taşımaktır.
Eklemek istedikleriniz…
Geleceği öngörmek her zaman zor. Ama biz üniversite olarak altyapımızı bugünden kurmaya çalışıyoruz. Değişen mesleklere uygun, hızlı adaptasyon sağlayabilecek bir yapı kurmak istiyoruz. Amacımız, bu dönüşümün öncüsü olmak.


